Son Gönderiler

21.03.2015

Duracak Düğmesi ve 18 Mart

Otobüs, ineceğim durağa yaklaşıyor. İstiflediğim bavullarımı kucaklayıp dar iniş kapısına yönelecekken otobüsün hızlandığını farkediyor, şoföre sesleniyorum. Karşılığında sert bir uyarı geliyor: "Düğmeye bas!". Durumu açıklamaya çalışıyorum. Şoför biraz daha söylendikten sonra bir sonraki durakta inmeme izin veriyor.Duracak düğmelerinin gerekliliğini anlayabiliyorum. Yaklaşımını ve ses tonunu anlamaya çalışıyorum.
Şoför çok az şey biliyor, özel ve iş yaşamında çok az şeyden yetkili.Yakaladığı ufacık ayrıntıya fanatikçe bağlanıp, yetkisini kullanıyor. Bu sayılı bilgi ve yetkiyi savunma fırsatını da kaçırmak istemiyor. O, otobüsün kaptanı ve tek yetkilisi. Biletin basılıp basılmadığını kontrol etmek, arkadaki boş yerleri görebilmek, yeşil ışığı tahmin etmek ve duracak düğmesine basıldığından emin olmak çok önemli. Bu disiplinlere karşı geldiğim için de beni haşlamalı ve kendisini kanıtlamalı. Bu bilgi ve yetkisi onu yolcuların üstüne çıkarıyor.
Daha önceleri de Ankara'daki bir dolmuş şoförünün bir yolcuyu "Bir lira verip de dolmuşu satın aldığını sanma!" diye fırçalarken izlemistim.
Yetersiz bilginin psikolojisini kendimde de izliyorum. Bir cümle okuyup bin cümle yazabiliyorum. Vizyonlar böyle çapsız kurulunca emeksiz öğrenilmiş bilgilerin doğruluğunu savunmak refleks haline geliyor.
Benzer reflekslerden birini de bu günlerde sokaklarda ve internette görüyorum. Semboller ve aforizmalar belki de önemsiz değildir ama tehlikelidir, temsil ettiklerinin içini boşaltabilir. Bayrak ve birbirinin benzeri aforizmalar her milli etkinlikte rol alır. Hepsinin günü farklı, anlamı aynıdır: az ve öz olmak.
Sembolize hayat kolaydır. Destekçi bulmak ve inanılanları savunmak zor olmaz.
Kütahya'da, sakalımdan ve bıyığımdan koyu bir mücahit olduğum sonucunu çıkaran ev sahibim tam 120 lira indirim yaparak evini bana kiraladı.
Bu kolaylık ve emeksizlik her konumdan, her taraftan insan için geçerli. Sakal bırakıp,kapanıp müslüman, bayrak asıp vatansever, posterle solcu, Atatürk fotoğrafı ve dövmesiyle laik, 29 Ekim kutlamalarında Cumhuriyetçi, maden fotoğrafıyla sosyalist, ilahiyat okuyunca din adamı, evlenince eş, çocuk yapınca anne-baba olabiliyorsunuz. Başka bir benlik aramanıza gerek kalmıyor, diğerlerini keyfinize göre yargılayıp susturabiliyor, düşman, terörist damgası vurabiliyorsunuz.
Her şeyi biliyorsunuz.

Neden yazmıyorum

Benim gibi sıradan birinin ne kendi dünyasında ne de yaşadığı zamanda çokça ilginç şeyler olabilir.
Yine de yazıyorum ve bunlar yayımlansın istiyorum.
İlginç olan da bu.

Yazmanın pek bir şeye faydasının olmadığı, yazıların da okunmaya ihtiyaç duyulmadığı toplumda yazmanın ne anlamı var?

Her koşulda, belirli çerçeveler içerisinde size neyi, nasıl, nerede, ne algılamanız gerektiğini zaten söyleyenler var. Hele şu zamanda yazı yazılır mı, kitap basılır mı.Yazmak öylesine bir iştir ki sadece doğuştan (apriori) eli kalem tutanlar yazabilir. Sıradan insanlar için değildir, zaman ya da yer yoktur. Hali hazırda tanınmışların işidir bu, konservedir.

Bugün çok az evde düzenli bir kitaplık görürsünüz. Genel geçer yargılara göre yaşayanların evlerinin çoğunda mevcut kitaplar bir kolinin ya da market poşetinin içine istiflenip, açılmamak üzere karantinaya alınır. Belki aristokratik görüntüsünden dolayı ansiklopediler dekor olarak kullanılabilir. Ya da yine bu entelektüel görüntüsünden ve belki de biraz vicdan azabından dolayı kahve ve market kitabının aynı karede çekilmiş fotoğrafları kullanılır.
Önüne konanı yiyenler yazma eylemine genellikle "vayy" "eee" gibi nidalarla anlaşılmaz bir coşku gösterir.
- Tiyatro mu? Ooo televizyonda da izleriz artık. Haa yazıyor musun sen, olsun, bulursun bir şeyler.
‘’Türkiye’de aklı başında olan her yazar hapse girmeyi göze almıştır’’ diyen Sevan Nişanyan’ın aksine; aklı başında kalabilmek; yanında yazı yazıp, bu iki olguyu bir araya getirip dışarıda kalanlar düşünsün bunu.
Romantik bitmemeli bu yazı. Yine de ne sanatçılar yetiştirmiştir bizim memleket; sözleri dillerde, ezgileri dudaklarda, 17 milyon Ayşe Hatun Önal…