Boş evin beyaz duvarlarında
Anlamını bilmeden
Kelimeleri giydiriyoruz
Çünkü
Çıplaklık gerçek ölümdür
Boş duvarlarda dikilir rüyalarım
Ütopyalar krokim
Ardında bir düğün sesi
İçerde grotesk bir sessizlik
Ben hayatımı döndürüyorum
Ne kar ne zarar
Sermaye ortada
Bana kalan saniyeleri sayıyorum
Evren genişliyor,
Ben sıkışıyorum.
Son Gönderiler
1.08.2015
30 Desibel
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş
Boş kağıda karşı,
bir şey demek, bir kelime dilenmek.
Şu şehir gibi kalabalık içinde
sadece gölgeler yaşayan.
Her tarafta ağır yaralı
Birden boşalan otobüs durakları
Su alma, çöp toplama saatleri
Ölüyor
Öldürüyor
Geri Dönüştürüyorlar.
bir şey demek, bir kelime dilenmek.
Şu şehir gibi kalabalık içinde
sadece gölgeler yaşayan.
Her tarafta ağır yaralı
Birden boşalan otobüs durakları
Su alma, çöp toplama saatleri
Ölüyor
Öldürüyor
Geri Dönüştürüyorlar.
Eski bir kulak düşmanıyım
Dilim,
bir dilsiz dili.
Sessiz bir kahkaha
Bir konuşma
Belirsiz,
Sözler
Önemsiz.
Birlikte ölmek
Balık gibi su olmadan,
Sepya bir film gibi
ilk öpücüğü olmadan,
Sessiz ve kelimesiz.
Dilim,
bir dilsiz dili.
Sessiz bir kahkaha
Bir konuşma
Belirsiz,
Sözler
Önemsiz.
Birlikte ölmek
Balık gibi su olmadan,
Sepya bir film gibi
ilk öpücüğü olmadan,
Sessiz ve kelimesiz.
18.07.2015
Hobiler ve Önyargılar
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş
Akşamları yürüyüşler,
Çay randevuları,
Arkadaşlarla sohbet,
Yasakları denemek,
Taahhütsüz aşk.
Uzaktaki kalabalık,
Biçimsiz bina gölgeleri,
Çalışan insan kokusu,
Karanlık sokaklar,
Gazete bayileri,
Dilenciler,
Kuyruklar,
Zengin evleri,
Freud kompleksleri,
Ve bende
Kimse olma korkusu,
Varoluşun tüketimi.
Çay randevuları,
Arkadaşlarla sohbet,
Yasakları denemek,
Taahhütsüz aşk.
Uzaktaki kalabalık,
Biçimsiz bina gölgeleri,
Çalışan insan kokusu,
Karanlık sokaklar,
Gazete bayileri,
Dilenciler,
Kuyruklar,
Zengin evleri,
Freud kompleksleri,
Ve bende
Kimse olma korkusu,
Varoluşun tüketimi.
25.06.2015
Yakınsamanın Parodisi
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş
Bir çatının kenarına oturmuş
mutluluktan bahsediyoruz,
Atlasak
başka bir ömür aramaya.
Bir ses, bir ayna
uçuruma yorgun.
Tüm dil,
bir tek kelime içine
ağır düşüyor.
o.
mutluluktan bahsediyoruz,
Atlasak
başka bir ömür aramaya.
Bir ses, bir ayna
uçuruma yorgun.
Tüm dil,
bir tek kelime içine
ağır düşüyor.
o.
Bir ekstazi,
bir nefes tutulması,
yoğunlukları yutmak,
bir jest, bir feryat,
bir hareket,
mosmor şehir,
çam kokusu,
dudakların.
Boşanmış nabız,
gürültüsüz azap,
dizlerimde derin bir üzüntü,
sessizce titreyen gece,
can sıkıntısının saati mi var?
bir nefes tutulması,
yoğunlukları yutmak,
bir jest, bir feryat,
bir hareket,
mosmor şehir,
çam kokusu,
dudakların.
Boşanmış nabız,
gürültüsüz azap,
dizlerimde derin bir üzüntü,
sessizce titreyen gece,
can sıkıntısının saati mi var?
Dalmış değilim,
Biraz gömülü, biraz batık
Ben o ben'im
Biraz gömülü, biraz batık
Ben o ben'im
Geçici beyaz bulutlar
Aklımda,
Doğumdan beri beni kovalayan mermi
Ölüm benim için mırıldanıyor
İshal olmuş bulut gibi
Rahatsız ve yoğun.
Aklımda,
Doğumdan beri beni kovalayan mermi
Ölüm benim için mırıldanıyor
İshal olmuş bulut gibi
Rahatsız ve yoğun.
3.05.2015
Emeklilik, 4 Yıllık Fetişizmi ve Dedikodu
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş
Bizim emeklilerin üniversite okuyan ya da okumuş bir gence sordukları/sorabildikleri tek soru ‘’4 yıllık mı?’’ sorusudur. Gencin vereceği cevaba göre de emekli seviye değiştirir; sakalından, giyiminden girer üniversitenin iş getirisinden çıkar, doğruyu bilen, yönlendirici ses tonuna bürünür. İlginçtir, kitap okumayan, ağırlıklı vizyonu marketlerin indirimlerinden ve televizyon haberlerinden ibaret olan ortalama bir emekli her genci eğitim malzemesi olarak görür. Ona şekillendirilecek odun gözüyle bakar. Erken yaşta emekliliği gelmiş, okumayı unutmuş gençler de benzer, acınası cümleler kurar: ‘’Hala okuyor musun?’’, ‘’Okudun da ne oldu?’’.
Emekli ahlak anlayışı dogmatik ve içi boş biçimde öylece düzülür. 4 yıllık okunmalıdır, vatan sevilmelidir, temizlik imandandır, gece gezilmez, saç uzatılmaz, küpe takılmaz, etek giyilmez, cuma mübarektir vb. gibi kalıpçı, beleşçi kavramlarla sonuca gidilir. Bunların biriyle ya da birkaçıyla uyum göstermeyen genç yargılanır. Emekliliğin gerekliliğidir bu, ne bok yiyeceksin başka?
30 yıla yakın bir zaman sadece çöpleştirmek için üretmiş olan bir işçi ya da insanlığının özünden haberi olmayan genç için yaratma eylemi oldukça zayıflar. Tüm üretimi yaşamı devam ettirebilmek için gerekli olan tüketimleri karşılayabilmek adınadır. Bu üretim- tüketim ilişkisinin aynısı hayvanlarda da çalışır. Emekli ucuza almanın verdiği haz için market kataloğu tarıyorken, maymun incir yiyebilmek için savaşır. Farkı yaratım süreci oluşturur. Böyle adamın tek çıkış yolu mastürbasyon yaparak yaşamaktan geçer. Üretimini de dedikoduyla sahte yoldan yapar. Kendisini var edebildiği bir uğraşısı olmayan varsa da yabancılaştırılmış emekli, ölüm korkusunun da gıdıklamasıyla beraber agresifleşir ve mastürbasyona yönelir, sürekli birilerini çekiştirir.
Emeklinin bu yarışı iki çeşide bürünür. Ya, başkalarının üretimlerini dedikodu yoluyla eleştirerek kendisinin daha iyi yapabileceğini sıkar ya da kendi yapamadıklarını çocuklarına dayatarak onları rekabet nesnesi haline getirir. Mastürbasyonundan ancak bu şekilde zevk alır. Dedikodu yetersiz geldiğinde sosyal olarak yakın gördüğü çevresini rakip olarak görür ve çocukları ortaya atar. Genç, emeklinin düştüğü hatalara düşmemeli, ahlak kurallarına da uyarak hatasıza yakın bir gelişim gösterebilmeli, rakip ailelerin çocuklarına oranla ailenin övünç kaynağı olabilmelidir. Genç, iyiliğin faşizminde boğulmuştur.
Emeklilere göre her ‘’hobi’’, bir yaratım süreci değil bir gelir kapısı olmalıdır, bir fayda aracı… Bu tür emekliler kendisine sadık olacağına inanmadığı hayvana bile bakmaz, para kazandırmadığı için kitap okumaz, çıkarı olmasa kimseyle konuşmaz. Tüm eylemlerini yatırım üzerine kurur; sevap için camiye gider, sosyal sermaye için iletişim kurar, sporu bile iddaa oynadığı için takip eder.
İşte, ‘’4 yıllık mı?’’ sorusunun altında yatan budur.
21.03.2015
Duracak Düğmesi ve 18 Mart
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş
Otobüs, ineceğim durağa yaklaşıyor. İstiflediğim bavullarımı kucaklayıp dar iniş kapısına yönelecekken otobüsün hızlandığını farkediyor, şoföre sesleniyorum. Karşılığında sert bir uyarı geliyor: "Düğmeye bas!". Durumu açıklamaya çalışıyorum. Şoför biraz daha söylendikten sonra bir sonraki durakta inmeme izin veriyor.Duracak düğmelerinin gerekliliğini anlayabiliyorum. Yaklaşımını ve ses tonunu anlamaya çalışıyorum.
Şoför çok az şey biliyor, özel ve iş yaşamında çok az şeyden yetkili.Yakaladığı ufacık ayrıntıya fanatikçe bağlanıp, yetkisini kullanıyor. Bu sayılı bilgi ve yetkiyi savunma fırsatını da kaçırmak istemiyor. O, otobüsün kaptanı ve tek yetkilisi. Biletin basılıp basılmadığını kontrol etmek, arkadaki boş yerleri görebilmek, yeşil ışığı tahmin etmek ve duracak düğmesine basıldığından emin olmak çok önemli. Bu disiplinlere karşı geldiğim için de beni haşlamalı ve kendisini kanıtlamalı. Bu bilgi ve yetkisi onu yolcuların üstüne çıkarıyor.
Daha önceleri de Ankara'daki bir dolmuş şoförünün bir yolcuyu "Bir lira verip de dolmuşu satın aldığını sanma!" diye fırçalarken izlemistim.
Yetersiz bilginin psikolojisini kendimde de izliyorum. Bir cümle okuyup bin cümle yazabiliyorum. Vizyonlar böyle çapsız kurulunca emeksiz öğrenilmiş bilgilerin doğruluğunu savunmak refleks haline geliyor.
Benzer reflekslerden birini de bu günlerde sokaklarda ve internette görüyorum. Semboller ve aforizmalar belki de önemsiz değildir ama tehlikelidir, temsil ettiklerinin içini boşaltabilir. Bayrak ve birbirinin benzeri aforizmalar her milli etkinlikte rol alır. Hepsinin günü farklı, anlamı aynıdır: az ve öz olmak.
Sembolize hayat kolaydır. Destekçi bulmak ve inanılanları savunmak zor olmaz.
Kütahya'da, sakalımdan ve bıyığımdan koyu bir mücahit olduğum sonucunu çıkaran ev sahibim tam 120 lira indirim yaparak evini bana kiraladı.
Sembolize hayat kolaydır. Destekçi bulmak ve inanılanları savunmak zor olmaz.
Kütahya'da, sakalımdan ve bıyığımdan koyu bir mücahit olduğum sonucunu çıkaran ev sahibim tam 120 lira indirim yaparak evini bana kiraladı.
Bu kolaylık ve emeksizlik her konumdan, her taraftan insan için geçerli. Sakal bırakıp,kapanıp müslüman, bayrak asıp vatansever, posterle solcu, Atatürk fotoğrafı ve dövmesiyle laik, 29 Ekim kutlamalarında Cumhuriyetçi, maden fotoğrafıyla sosyalist, ilahiyat okuyunca din adamı, evlenince eş, çocuk yapınca anne-baba olabiliyorsunuz. Başka bir benlik aramanıza gerek kalmıyor, diğerlerini keyfinize göre yargılayıp susturabiliyor, düşman, terörist damgası vurabiliyorsunuz.
Her şeyi biliyorsunuz.
Neden yazmıyorum
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş
Benim gibi sıradan birinin ne kendi dünyasında ne de yaşadığı zamanda çokça ilginç şeyler olabilir.
Yine de yazıyorum ve bunlar yayımlansın istiyorum.
İlginç olan da bu.
Yazmanın pek bir şeye faydasının olmadığı, yazıların da okunmaya ihtiyaç duyulmadığı toplumda yazmanın ne anlamı var?
Her koşulda, belirli çerçeveler içerisinde size neyi, nasıl, nerede, ne algılamanız gerektiğini zaten söyleyenler var. Hele şu zamanda yazı yazılır mı, kitap basılır mı.Yazmak öylesine bir iştir ki sadece doğuştan (apriori) eli kalem tutanlar yazabilir. Sıradan insanlar için değildir, zaman ya da yer yoktur. Hali hazırda tanınmışların işidir bu, konservedir.
Bugün çok az evde düzenli bir kitaplık görürsünüz. Genel geçer yargılara göre yaşayanların evlerinin çoğunda mevcut kitaplar bir kolinin ya da market poşetinin içine istiflenip, açılmamak üzere karantinaya alınır. Belki aristokratik görüntüsünden dolayı ansiklopediler dekor olarak kullanılabilir. Ya da yine bu entelektüel görüntüsünden ve belki de biraz vicdan azabından dolayı kahve ve market kitabının aynı karede çekilmiş fotoğrafları kullanılır.
Önüne konanı yiyenler yazma eylemine genellikle "vayy" "eee" gibi nidalarla anlaşılmaz bir coşku gösterir.
- Tiyatro mu? Ooo televizyonda da izleriz artık. Haa yazıyor musun sen, olsun, bulursun bir şeyler.
Yine de yazıyorum ve bunlar yayımlansın istiyorum.
İlginç olan da bu.
Yazmanın pek bir şeye faydasının olmadığı, yazıların da okunmaya ihtiyaç duyulmadığı toplumda yazmanın ne anlamı var?
Her koşulda, belirli çerçeveler içerisinde size neyi, nasıl, nerede, ne algılamanız gerektiğini zaten söyleyenler var. Hele şu zamanda yazı yazılır mı, kitap basılır mı.Yazmak öylesine bir iştir ki sadece doğuştan (apriori) eli kalem tutanlar yazabilir. Sıradan insanlar için değildir, zaman ya da yer yoktur. Hali hazırda tanınmışların işidir bu, konservedir.
Bugün çok az evde düzenli bir kitaplık görürsünüz. Genel geçer yargılara göre yaşayanların evlerinin çoğunda mevcut kitaplar bir kolinin ya da market poşetinin içine istiflenip, açılmamak üzere karantinaya alınır. Belki aristokratik görüntüsünden dolayı ansiklopediler dekor olarak kullanılabilir. Ya da yine bu entelektüel görüntüsünden ve belki de biraz vicdan azabından dolayı kahve ve market kitabının aynı karede çekilmiş fotoğrafları kullanılır.
Önüne konanı yiyenler yazma eylemine genellikle "vayy" "eee" gibi nidalarla anlaşılmaz bir coşku gösterir.
- Tiyatro mu? Ooo televizyonda da izleriz artık. Haa yazıyor musun sen, olsun, bulursun bir şeyler.
‘’Türkiye’de aklı başında olan her yazar hapse girmeyi göze almıştır’’ diyen Sevan Nişanyan’ın aksine; aklı başında kalabilmek; yanında yazı yazıp, bu iki olguyu bir araya getirip dışarıda kalanlar düşünsün bunu.
Romantik bitmemeli bu yazı. Yine de ne sanatçılar yetiştirmiştir bizim memleket; sözleri dillerde, ezgileri dudaklarda, 17 milyon Ayşe Hatun Önal…