Yine bir haber… Dram desen değil, komedi desen değil, hiçbir şey değil.
Akıl alışıyor. Hayatın bir parçası gibi görünüyor bir süre sonra. Tekrar, yabancılaştırıyor.
Neresinden tutarsanız tutun.
-Neden vurdun?
-Selamımı almadı!
İşe gelmeyen kardeşini ev tüfeğiyle vurana ne demeli?
Ya da kardeşine tecavüz eden imama?
Ne diyelim, böyleyiz...
Karısını sopayla döverek öldürdükten sonra ‘’Her zaman nasıl dövüyorsam öyle dövdüm.’’ Diyen adama ne yapmalı?
Giyiminden dolayı tecavüzü hak gören, trafikte yol vermediği için adam döven, tahammülsüz, güvensiz, hoşgörüsüz toplumuz.
İşin kötüsü bunları hak ediyoruz.
Protesto hakkımızı kullandığımız için öldürülmeyi hak ediyoruz
.Gece sokağa çıktımız için tecavüzü ve faili meçhul bir ölümü hak ediyoruz.
Hapse girdiğimiz için çeşitli hastalıklardan ölmeyi hak ediyoruz.
Takım tuttuğumuz için ölümü hak ediyoruz.
Taraf olduğumuz için ölümü hak ediyoruz.
Annemizden öğrendiğimiz dili konuştuğumuz için ölümü hak ediyoruz.
Ömrü tükenmiş kurallara karşı geldiğimizde ölümü hak ediyoruz.
Eşcinsel olduğumuz için ölümü hak ediyoruz.
Madende, inşaatta, fabrikalarda işçiysek ölümü hak ediyoruz.
Yaşıyorsak ölümü hak ediyoruz.
***
Her şeye, tüm tükenmişliğe karşın bizi yönetenlere bakıyoruz. Büyüklere bakıyoruz. Bakanlara, başbakana bakıyoruz. Belki bir umut…
Onlar bizden beter:
‘’Niye kaçıyorsun ulan İsrail dölü’’
‘’Fakirin kömürünü zengin mi çıkarsın?’’
‘’Haddini bil ulan’’
***
Savaşıyoruz.
Severken, sevişirken bile savaşıyoruz. Öyle seviyoruz ki eşimizi, dostumuzu bile bir çırpıda kıtır kıtır kesebiliyoruz. Birbirimizle sürekli olarak uğraşma, kavga, mücadele içerisindeyiz. Spor yaparken savaşıyoruz, siyasette savaşıyoruz.
Yarışıyoruz.
Ama yine de savaşa karşıyız.
Son Gönderiler
26.06.2014
Isparta’daki Kadın Neden ''Terzi'' Oyununu İzlemeli?
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş

Lilith Adem ile aynı anda yaratıldığından dolayı onunla kendini eşit görerek, ona ait olarak yaşamayı reddederek kendini özgür ilan eder. Evet, Lilith özgürdür; ancak günümüz kadınının inancından ötürü soyundan geldiği Lilith değil, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan Havva’dır. Bilindiği gibi Havva da Adem’in bir parçası olduğundan dolayı ona tabi tutulur. Günümüz kadınının benzerliği ve farklılığı da bu çatışma üzerinden tartışılabilir.
Şüphesiz, bir kültüre dikte edilen biçimleri ve ‘’terzi’’anlayışı desteklenmemeli, benimsenmemelidir. Yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan insanlara birdenbire şapkayla, elbiseyle batı modeli uygulayan rejimler, var olan kültürün coğrafi koşullarına göre dikilmemiş faşist elbiselerdir; bunlar ya bizi üşütür, ya sıcakta bunaltır ya da boğarak öldürür. Giyim üzerinden getirilen yasaklar da bunlara ivme kazandırır. Laik, seküler devlet modeliyle oluşturulan burjuva yasalarının halkı, özellikle batıya daha uzak yaşayanları yok saydığını bu gün seçim sonuçlarında da apaçık görüyoruz. Bu modelin oluşturduğu yasaların içinde yok sayılan halkı ve bu kültürün ötelenmesini insanın özüne hakaret olarak görüyorum.
Kadını, yasağı bir kenara bırakıp, sosyolojik çerçevede ele alırsak ontolojik bir soruna değinmek gerektiğini düşünüyorum. Başörtüsünün dinsel bir dikte olduğu yalanını da göz önünde bulundurarak, kapanmanın bir özgürlük değil, ataerkil bir dikte olduğunu da hatırlamak gerekir. Öyle ki erkek egemen bir dille yazılmış üç kutsal kitap erkeği üstün kılıp, kadını aynı Havva gibi erkeğe biat eden, ona hizmet eden, soyunu devam ettiren, evini çekip çeviren, eğitilmesine gerek olmayan bir nesne haline dönüştürür; bunun benzeri sebeplerle kadın erkek tarafından kapatılır.
Ontolojik kaygıyla, yaşamını savunmak adına isyan eden insanlara bomba yağdıran da başörtüsüz Sabiha Gökçen’dir, cephede bomba taşıyan da başörtülü Nene Hatun’lar, Şerife Bacı’lardır. Sorun tam da buradadır. Cinsle oluşturulan ve erk olarak erkeğin egemen olduğu yaşamda, kadınların ancak erkekleşerek var olabilmeleri sorunudur. Bu, giyinme ve özgürlük sorunu değil, dinin getirdiği ataerkil düzende bir inanç sorunudur. Bu bir idealizm sorunudur. Fiziksel anlamda manipüle edilen kadın, düşünce bağlamında da özgür olamaz. Açılan, kendini ifade eden, sokağa çıkan, erkeklerin arasında söz sahibi olan kadın erkek egemen topluma bir tehdittir. Fiziksel olarak teolojik bir simgeyle bezenmiş birinden biyolog olabilir mi? Kutsal kitaptaki hükümlere boyun eğmiş, şeriat hukukunu dünya görüşü olarak benimsemiş, ideal Müslüman kadın figürüne biat etmiş, kapanmış bir kadın karşısına bir ateistin yargılandığı davada tarafsız yargıya ulaşan bir hukukçu olabilir mi? Böyle biri nasıl tiyatrocu, nasıl gazeteci olur? Biat kültüründe yaşayan her insan köle değil midir?
Kemalist rejimle tüm bunlara getirilen yasaklar da bu olguyu derinlemesine ele almayan, dikteyle sorunu gidermeye çalışan bir zihniyetin ürünüdür. Sorunun kaynağını göz ardı edip, yasaklamak diyalektik süreci yok saymaktır. Bugün sağ iktidarlar da bu olgu üzerinden çirkince siyaset yapmaktadır. Ancak yasağı eleştirirken tüm bu sosyolojik ve ontolojik boyutları unutarak ya da bir kenara iterek yapılan yorumlar, örtünen kadını yine yok saymak anlamına gelir. Zira bu, ‘’ Her insan köleliği seçme özgürlüğüne sahiptir’’ gibi bir yargıya ulaşır. Öyleyse cinsin bu kadar parlatıldığı bir toplumda kadın ne kadar özgür olabilir? Erkek cinsiyetinin parlatılıp, kadın cinsiyetinin saklanmaya, örtülmeye çalışıldığı bir yaşam biçiminde kadın sözde özgür iradesiyle kapanarak bu ataerkil sistemin sağlamasını yapmış olmaz mı?
Bu partiyarkal ilişkilere sermayeci alışkanlıkların da eklenmesiyle kadının nasıl giyineceği, nasıl kapanacağı, sokağa nasıl çıkacağı, nasıl çalışacağı ve toplum içerisindeki tanımı yeniden, erkek tarafından belirlenir. Üniversitelerde, televizyonlarda, afişlerde tanıtılan kadın figürleri hep aynıdır; hepsinin ortak noktası ‘’imaj’’larıdır. Bu imaj üzeriden belli algılar enjekte edilir. Güzel kadın zayıftır, kırışıksız, selülitsizdir iş dünyasındaki kadın başarılı olacaksa erkekleşmelidir. Oyunda Terzi’nin yaptığı gibi; günümüzde de erkek, kadını; sevişilecek ve sevilecek kadın olarak iki ana kategoriye ayırmıştır. Bu algıdan etkilenen kadın toplumda var olabilmek için bu tek tipleştirmeyi kompleks haline getirmek zorunda kalır. Nana gibi kırışıklıklarını yok etmeye çalışır, kilosunu korumak durumundadır, yemek yapabilmeli, evi temizleyebilmeli, pornostar gibi sevişebilmeli, bütün aile fertleriyle ilgilenebilmeli, iktisat nedir bilmeli ve tüm bunların yanında erkeğini tatmin edecek sohbetler de yapabilmelidir.
Patriyarkal düzende kadının nesneleşmesinin temelinde iktidar yatar. Bu kültürde kadınlar fiziksel ve ekonomik olarak yetersizlikleri yüzünden erkeklere, çocuklar da aynı sebeplerle büyüklere bağımlıdırlar. Dolayısıyla bir iktidar- biat kültürü söz konusudur. Güç ve güce bağımlılık mecburidir. Kadının özgürleşmesi, Nana’nın yaptığı gibi Terzi’yi, erki reddetmekten geçer. Kadın, Terzi’nin biçtiği kimliğe temelden karşı koymalı, cinsiyet düzenini reddetmelidir.
Emma Goldman’ın cümlesiyle “kadının ilerleyişi, onun özgürlüğü, onun bağımsızlığı kendinden ve kendisinin eylemi ile olmalıdır. Her şeyden önce, kendisini bir seks nesnesi olarak değil, bir şahıs olarak görmesiyle… Sonrasında, herhangi birisinin kendi vücudu üzerindeki hakimiyetini reddederek; kendisini toplumun değer yargılarının ve sınırlamalarının korkusundan özgürleştirerek” işe başlamalıdır.
Aslında yok terzi bile, giysileri biz yaparız…
Bütün bunlara bir tiyatro oyunu gibi dışarıdan bakabilmek için, Terzi oyunu SDÜ GSF Muhsin Ertuğrul Sahnesinde.
Fatih Buğra Akbaş
31 Mart 2014 Pazartesi
Terzi'ye
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş
Kapandık…
Medeniyetle kapandık.
Seçimle kapandık.
Özgürlükle kapandık.
Kendimiz için değil, konumumuza giyindik.
İşe giderken, sokakta, evde veya tiyatroya gelirken nasıl giyiniyorsunuz?
Hiç Soyundunuz mu?
Günlük kıyafet seçiminiz için nerelere, hangi mağazalara gidiyorsunuz?
Bedeninize göre bir şey bulamıyor musunuz?
Sizler için bir Terzi’miz var.
Tek şartı: Medeni olmak.
Sokrates’in ardından insanın varoluşunu düşünce ve eyleme oturtan felsefe, Descartes’in deyişiyle, ‘’medeniyetin boyutudur’’. İnsanın kendi kalıcı niteliğinden hareketle oluşturduğumuz medeniyet, insan için, insana özgü ve insandan ötürü belirlenmiştir. Ne zaman insan kendinden kopartılmış, kendisini felsefesiz bir tarihe, tam, istenildiği gibi olmayan insansı bir düzene ve onun yukarıdan indirdiği yargılarına teslim olmuşsa işte o zaman felsefesiz insan doğar. Gerçek sorun da, her gün oynadığımız bu oyunun, felsefesiz bu düzenin, varlığını, insanın yapısal özelliklerine dayatmasıdır. Descartes’i çoktan bitirdik, düşünce ve eylem bütünlüğünü tükettik. Seçeneklerimiz belli: S, M, XL; tek yapmamız gereken ayna karşısında üzerimize yakışıp yakışmadığına bakmak. Milliyet giysileri, cinsiyet giysileri–renkleri, meslek giysileri, toplumsal sınıf giysileri… Hangisini giyebilirsek, hangisine gücümüz yeterse…
Ne zaman soyunacağız?
Sokrates ve Aurelius’a göre insanın gerçek eğilimlerini, içgüdülerini, doğal yapısını ya da özünü keşfetmek için, bütün belirsizliklerden önce onun varlığından bütün dış ve rastlantısal özellikleri kaldırmamız gerekir. İnsanın özü, dış koşullarla değil, sadece kendisine verdiği değere dayanır. Giysilerin olmadığı bir toplumda; Ekselans rütbesinin, Tozluklarının liderliğinin, Nina’nın, Karlos’un, Barbarlığın, sınıfsal, toplumsal ayrıcalığın hiçbir önemi hiçbir kademesi yoktur. Öyle ki, çıplaklık tavafta bile kutsallaştırılmıştır. Rollerin, ‘’Terzi’’ tarafından belirlenmediği, çıplak bir toplumda insan; ancak düşüncesi ve bilinçliliğiyle betimlenebilir ve tanımlanabilir. Soyunmuşların arasındaki Nina elbiseyle özdeşleştirilmeyecek, fiziksel bir nesne haline getirilmeyecektir.
Oyun bitti.
Sipariş kalıplara girecek miyiz?
Barbarlar ve Tozlukları gibi Holistik mi olacağız?
Egosentrik Ekselans mı?
Yoksa Homosentrik Terzi mi?
Yoksa Terzi’yi işsiz mi bırakacağız?
SDÜ Sahne Sanatları Bölümü, Dünya Tiyatro Günü’nde Sahnede
SDÜ Sahne Sanatları Bölümü her yıl rutin olarak düzenlediği 27 Mart Dünya Tiyatro Günü etkinliklerine bu yıl da yepyeni iki oyunla giriyor.
Slawomir Mrozek’in yazdığı, Öğretim Görevlisi Bülent Özbirgül’ün yönetmenliğini Öğr.Gör. Evren Nazım Arat’ın Dramaturgisini ve Öğr.Gör. Özlem Aliyazıcıoğlu’nun Sahne Tasarım Danışmanlığı’nı üstlendiği ‘’Terzi’’ adlı oyun, çökmeye yüz tutmuş bir düzenin simgesi olan Ekselans ile düzeni işgal etmeye gelen Barbarlar’ın iktidar mücadelesini konu ediniyor. Kültür, medeniyet ve varoluş temalarını işleyen, ironik bir üslupla sergilenen oyunda Sahne Sanatları Bölümü dördüncü sınıf Dramatik Yazarlık, Oyunculuk ve Sahne Tasarımı öğrencileri rol alıyor:
Reji Asistanları
Mehmet Salih Sezgin, Ahmet Meriç Yazal, Umut Onur Çöpür, Fatih Buğra Akbaş, Berker Ulu
Oyuncular
Aykan Yılmaz, Tolga Kortunay, Ezgi Bahar Karaarslan, Fatih Altınağaç, Ali Ulvi Gülşen, Çağla Özavcı, Pınar Efe, Tuğçe İka, Handan Ölçener, Eray Soykan, Mustafa Dincir
Sahne Tasarımı
Batuhan Bozcaada, Dilşan Titizcan, Aytaç Özsatmaz
* S.Mrozek'in ''Terzi'' Oyununa

Seçimle kapandık.
Özgürlükle kapandık.
Kendimiz için değil, konumumuza giyindik.
İşe giderken, sokakta, evde veya tiyatroya gelirken nasıl giyiniyorsunuz?
Hiç Soyundunuz mu?
Günlük kıyafet seçiminiz için nerelere, hangi mağazalara gidiyorsunuz?
Bedeninize göre bir şey bulamıyor musunuz?
Sizler için bir Terzi’miz var.
Tek şartı: Medeni olmak.
Sokrates’in ardından insanın varoluşunu düşünce ve eyleme oturtan felsefe, Descartes’in deyişiyle, ‘’medeniyetin boyutudur’’. İnsanın kendi kalıcı niteliğinden hareketle oluşturduğumuz medeniyet, insan için, insana özgü ve insandan ötürü belirlenmiştir. Ne zaman insan kendinden kopartılmış, kendisini felsefesiz bir tarihe, tam, istenildiği gibi olmayan insansı bir düzene ve onun yukarıdan indirdiği yargılarına teslim olmuşsa işte o zaman felsefesiz insan doğar. Gerçek sorun da, her gün oynadığımız bu oyunun, felsefesiz bu düzenin, varlığını, insanın yapısal özelliklerine dayatmasıdır. Descartes’i çoktan bitirdik, düşünce ve eylem bütünlüğünü tükettik. Seçeneklerimiz belli: S, M, XL; tek yapmamız gereken ayna karşısında üzerimize yakışıp yakışmadığına bakmak. Milliyet giysileri, cinsiyet giysileri–renkleri, meslek giysileri, toplumsal sınıf giysileri… Hangisini giyebilirsek, hangisine gücümüz yeterse…
Ne zaman soyunacağız?
Sokrates ve Aurelius’a göre insanın gerçek eğilimlerini, içgüdülerini, doğal yapısını ya da özünü keşfetmek için, bütün belirsizliklerden önce onun varlığından bütün dış ve rastlantısal özellikleri kaldırmamız gerekir. İnsanın özü, dış koşullarla değil, sadece kendisine verdiği değere dayanır. Giysilerin olmadığı bir toplumda; Ekselans rütbesinin, Tozluklarının liderliğinin, Nina’nın, Karlos’un, Barbarlığın, sınıfsal, toplumsal ayrıcalığın hiçbir önemi hiçbir kademesi yoktur. Öyle ki, çıplaklık tavafta bile kutsallaştırılmıştır. Rollerin, ‘’Terzi’’ tarafından belirlenmediği, çıplak bir toplumda insan; ancak düşüncesi ve bilinçliliğiyle betimlenebilir ve tanımlanabilir. Soyunmuşların arasındaki Nina elbiseyle özdeşleştirilmeyecek, fiziksel bir nesne haline getirilmeyecektir.
Oyun bitti.
Sipariş kalıplara girecek miyiz?
Barbarlar ve Tozlukları gibi Holistik mi olacağız?
Egosentrik Ekselans mı?
Yoksa Homosentrik Terzi mi?
Yoksa Terzi’yi işsiz mi bırakacağız?
SDÜ Sahne Sanatları Bölümü, Dünya Tiyatro Günü’nde Sahnede
SDÜ Sahne Sanatları Bölümü her yıl rutin olarak düzenlediği 27 Mart Dünya Tiyatro Günü etkinliklerine bu yıl da yepyeni iki oyunla giriyor.
Slawomir Mrozek’in yazdığı, Öğretim Görevlisi Bülent Özbirgül’ün yönetmenliğini Öğr.Gör. Evren Nazım Arat’ın Dramaturgisini ve Öğr.Gör. Özlem Aliyazıcıoğlu’nun Sahne Tasarım Danışmanlığı’nı üstlendiği ‘’Terzi’’ adlı oyun, çökmeye yüz tutmuş bir düzenin simgesi olan Ekselans ile düzeni işgal etmeye gelen Barbarlar’ın iktidar mücadelesini konu ediniyor. Kültür, medeniyet ve varoluş temalarını işleyen, ironik bir üslupla sergilenen oyunda Sahne Sanatları Bölümü dördüncü sınıf Dramatik Yazarlık, Oyunculuk ve Sahne Tasarımı öğrencileri rol alıyor:
Reji Asistanları
Mehmet Salih Sezgin, Ahmet Meriç Yazal, Umut Onur Çöpür, Fatih Buğra Akbaş, Berker Ulu
Oyuncular
Aykan Yılmaz, Tolga Kortunay, Ezgi Bahar Karaarslan, Fatih Altınağaç, Ali Ulvi Gülşen, Çağla Özavcı, Pınar Efe, Tuğçe İka, Handan Ölçener, Eray Soykan, Mustafa Dincir
Sahne Tasarımı
Batuhan Bozcaada, Dilşan Titizcan, Aytaç Özsatmaz
* S.Mrozek'in ''Terzi'' Oyununa
Sigara'nın Felsefesi
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş
Gece. Çakmağımın gazı bitik. Aşağıdaki market de kapalı. Yanmadığı için bir köşeye fırlattığım çakmalara tekrar dönüyorum. Israrla yanmıyorlar. Saatlerdir, her sigara içmeye niyetlendiğimde mutfaktaki ocaktan sigaramı yakıyorum. Böyle yakılan sigaranın pek tadı yok. Üstüne, sigarayı hafiflettiğim falan da yok, kesintisiz sigara içesim geliyor. Masadaki çakmağımın eksikliğinden ötürü, sigara içme arzusu yiyip bitiriyor beni. Bu sefer mum aramaya girişiyorum. Evde el fenerim olduğu için mum almadığımı hatırlıyor yine masaya dönüyorum. Sigarayı bırakmak için muteber bir sebep. Tüm bunlara köpürüp tekrar ocağın başına gidiyorum. Hazır sigara yakmışken bir tane de kahve içmek istiyorum. Sabah olana, bakkal açılana kadar tekrarlayacağım bunu. Bu döngü beni benden alıyor, götürüyor. Her sigara yakışımda kendimi tekrar, tekrar yaşıyorum.
Küçükken babam sigara içerdi. Şimdilerde bıraktı. 'Silahlı Kuvvetler' kullanırdı. Uzun, kırmızı paketin üzerine markası beyaz harflerle yazılmıştı. Çok alımlıydı. Sigara eve kartonla alınırdı. Kartonu daha da ilgi çekiciydi. Silahın kutsal sayıldığı bir ülkede büyüyen bir çocuk için 'Silahlı kuvvetler' yazan bir karton sigaradan daha ilgi çekici şey olabilir mi? Sigara içerken babamı takip ederdim. Bir görev gibiydi bu onun için. Sigarasız sohbet olmazdı. Annemle her çekişmelerinde elinde sigara vardı. Sırf sigara için güzel bir çay demlenirdi evde. Sinirlendiğini, neşelendiğini ya da canının sıkıldığını şıp diye anlardım sigara yakışından. Keyifliyse, paketten çıkardığı sigarayı iki parmağının arasında gezdirerek tütününü yaydırır, iştahla dudaklarının arasına yerleştirir, kusursuz yandığına emin olana kadar çakmakla yakar, derin derin, yavaştan alarak içerdi. Onu izlediğimi fark ettiğinde ağırbaşlı bir tavırla sigarayı içine çeker dumanıyla şekiller yapardı. Sinirli olduğu zamanlarda bunların hiç birini yapmazdı. Düşman kesilirdi ona. Sertçe paketten çıkarır, özensizce yakar, dumanı ciğerlerinde bekletmeden, hızlıca püskürtürdü. Bunların farkına en çok, bana matematik çalıştırdığında varmıştım. Sonra bu kavramlar birbirine girdi. Bir soru vardı. Ertuğrul, harçlığı ile bir sürü şey almış, cebinde kalan paranın bir kısmını da arkadaşlarına borç vermişti. Belli bir zaman sonra arkadaşları borcunu belli bir yüzdeyle faizle ödüyordu. O zamanlar 12 yaşındayım. Hayret etmiştim Ertuğrul'a. Bizim Ertuğrul bildiğimiz tefeciydi. Üstelik, soruda yazdığı üzere aynı yaşlardaydık. Ben o sıra tüm arkadaş ilişkilerimi gözden geçirirken, yanımda oturan babam soruya odaklanmam konusunda üsteliyordu. Defalarca soruyu okudu. Ertuğrul'un tüm ticari faaliyetlerinin altını çizdi. Ertuğrul'un tüm bunları yapması normaldi ama faiz niyeydi? Ertuğrul'a acayip sinirlenmiştim. Babamın bana verdiği süre daralıyordu. Soruyu bir an önce çözüp, yarım saattir babamın anlattıklarının boşa gitmediğini kanıtlamam gerekiyordu. Bekledi, bekledi. Çok geçmeden cebinden sigara paketini çıkardı, hızlıca sigara yaktı. Seri nefeslerle içmeye başladı. Sinirlenmeye başlamıştı. Ben bomboş gözlerle soruya bakarken, burnum ve ciğerlerimden tüm vücuduma yayılan öfkeli duman gözlerimi yakıyordu. Hareketsiz kalakalmıştım. Soruyu çözemiyordum. 12 yıllık hayatımın tek amacı Tefeci Ertuğrul'un muhasebesini yapmak olmuştu. Saniyeler geçmek bilmiyordu. Bir şey bitirmeliydi bu iğrenç duyguyu. Her ne olursa. Babam feryadımı duymuş olacak ki çok geçmeden imdadıma yetişti. Enseme bir tokat patlattı. Tokadın etkisiyle Ertuğrul'un sorusuna kafa atacak kadar yakınlaştım. Bir anda yüzüme kan sıçradı. Ertuğrul'un yolsuzluğunu uygun bir biçime sokamadığım için aşağılanmıştım. Mutfakta bulaşık yıkayan annem kafamdan çıkan sesi duymuş olacak ki koşa koşa geldi. Babamla tartışmaya tutuştu. Yaşıtım Ertuğrul'un birdenbire, koca insanlar üzerinde bıraktığı etkilere inanamıyordum. Yüzüm çok kızarmış olacak ki babam yüzümü yıkamam için lavabo izni verdi. O gün çeşmeden akan soğuk suyu, biriken kanla ısınmış yüzüme vururken matematiğe küstüm.
Masadan kalkıp ocaktan bir sigara daha yakıyorum. Her yakışımda matematikle boğuştuğum dönemleri hatırlıyorum. Bizim evde ortaokul matematiği çok şiddetli geçti. Babam kendine misyon edinmişti bana matematik çalıştırmayı. Her akşam matematik testine otururduk beraber. Eve alınan sigara kartonu ikiye çıkmıştı haliyle. O sigara dumanı burnumun direğini sızlattığında tehlikenin farkına varıyordu beynim. Bir an önce çalışmanın bitmesi için refleks olarak soruları çözüyordum. Aksi takdirde yine aynı şeyler yaşanacaktı.
Tuhaftır. Çocukken büyüklere özenirdim. Onlar gibi hareket etmek, onlar gibi gözükmek, onlar gibi büyük konuşmak isterdim. Büyük insanların nasıl düşündüklerini, nasıl hareket ettiklerini merak ederdim. Onlar gibi olabilmek için önümde duran bir fırsat vardı. Büyük olmanın nasıl bir şey olduğunu deneyimlemek için sigara, hemen mutfaktaki tezgahın altında, çekmecede duruyordu. Hem de paket, paket. Bahanem hazırdı. Çevremdeki herkes sigara içiyordu. Belki de içenler o kadar çoktu ki içmeyenleri ayırd etmek imkansızdı. Teneffüste, öğretmenler odasına ne zaman girsem dumanın arasında öğretmen arardım. Çok korktuğum okul müdürü, okul bahçesinde hep sigarayla gezerdi. En sevdiğim film karakterleri sigara içerdi. Sigara bir güç, bir otorite simgesiydi. Büyüklüğün bir göstergesiydi benim için. Düşünürdüm; bu kadar büyük insanlar, bu kadar akıllı insanlar sigara içiyorsa bu o kadar da kötü bir şey değil diye. Büyüklerin hep iyi şeyler yaptıklarını, dürüst olduklarını, Ertuğrul gibi olmadıklarını kafamda tasarlardım. Sonra evde yalnız olduğum bir gün paketten bir sigara çektim. Önce tütününü yaydırdım bir güzel. Sıra yakmaya geldi. Boyum yüksekteki çakmağı almaya yetmiyordu. Neyse ki ocak elektrikliydi. Yaktım ocağın bir gözünü. Kısa sürede sigaranın nasıl yakılacağını öğrendim. Bir süre kendimi büyük adam gibi hissettim. Büyük olmak demek gerçekten güçlü olmak demekti. Benim ciğerlerim bir sigarayı bitirecek kadar kuvvetli değildi. Sigarayı muslukta söndürüp, izmariti çöpün dibine sakladım. Ağzımdaki kokuyu gidermek için dişlerimi fırçalarken, kaşlarımın yarısının yandığını fark ettim. Yanık izlerini gidermek için uzun süre kaşlarımı yıkadım. Ama ne yaparsam yapayım kaşlarımın azaldığı açıkça ortadaydı. Uzun, uzun düşündükten sonra nihayet, annemin göz kalemiyle kaşlarımı dolgunlaştırmak aklıma geldi. Titiz bir çalışmadan sonra iki dakikalığına büyük olmanın bedelini ödedim. Bir daha yıllar boyu sigara içmeyecektim.
Ertuğrul da mutlaka sigara içiyordur. Yaşı küçük, kendisi büyük adamdı. Okulda matematik böyle öğretilmiyordu. Öğretmenlere göre matematik çok önemliydi. Belki en önemli dersti. Benim yaşam pratiklerime göre matematik artık Ertuğrul'dan ibaretti. Matematikte başarılı olan arkadaşlarımı hep Ertuğrul'un yandaşları gibi gördüm. Okulda farklıydı hayat, dışarıda farklıydı. 12 yaşında biri için daha da farklıydı. Babam, akşam yaptığımız çalışmalarda kafamın çalışmadığını düşünerek tokat atar, annem her sabah okula giderken temiz kokayım diye sabunlu bezle boynumu siler, dışarıdaki köşe başı abileribira içirir, ananem oruç tutturur, eniştem ödevleri boş vermem gerektiğini söyler, fen bilgisi öğretmeni bilimden, din kültürü öğretmeni ilimden, komşular başarıdan, bir dayım edebiyattan, diğer dayım askerlikten bahseder, bayramda ziyarete gelen akrabalar karneyi sorar, her şeyin paradan ibaret olduğundan konuşurlardı.Beni hangi kurum ya da kim kurtarabilirdi tüm bu keşmekeşin içinden? Dayak, 12 yaşındaki insanın kendine ve başkalarına olan güvenini kaybetmesinden başka ne yapar ki? Üstelik dayağı destekleyen, dayağa teşvik eden bir sürü atasözü varken, kabul görüyorken. Büyük olmadığımı hissettirecek bir şeyin daha farkına varmıştım. Dayak da büyüklüğün ve otoritenin bir parçasıydı. Öğretmenler de gerekli gördüklerinde dayak atmaktan geri durmazlardı. O kadar ufak bir çocuk bütün arkadaşlarının içinde tokatlanacak, tekmelenecek ne yapabilir hala mantıklı bir cevap veremedim kendime. Ödevlerde başarısız olma, derste arkadaşıyla konuşma, andımıza geç kalmak, kışın ortasında bahçede okunan istiklal marşı sırasında 'hazır ol' pozisyonunu bozmak da bunların arasında.
Benim için dayak ve sigara büyüklüğün, büyük adam olmanın, haklılığın sembolüydü. Büyükler, çaresizlikten, başka türlü çözüm yöntemi bulamadığı için saldırıyordu. Kendi doğrularına göre hareket edilmesi, o doğrulardan dışarı çıkılmaması için döverlerdi. Bazen de sadece kendini büyük gördüğü için, büyük olduğunu ispatlamak için yaparlardı bunu. Bu büyük adamların bir başka eğitim yöntemi de dayak gibi tepeden inen nasihatti. Hepsi her an nasihat verirdi. Ama kendileri tam tersini yaparlardı. Bize sigara yasaktı. Sigara içerken yakalanırsanız bu sicilinize işlenir, tüm geleceğiniz başlamadan biterdi. Dayakla, nasihatla, sigarayla büyük olurdu, büyükler.
Bir büyük çeşidi de kendi ideallerindeki çocuğu karşısında görmek isteyen, kendi olamadıklarını onlara diretenlerden oluşuyordu. Ne de olsa 12 yaşındaki insan hem beden olarak hem beyin olarak ufacıktı. Ne anlardı hayattan, geçim şartlarından?
Ev, okul bu katı, baskıcı büyüklerin gözlerinin denetimindeydi. Çocukluğu beraberce yaşamak için tek uygun zaman teneffüslerdi. O da on dakikada tükeniyordu. O, on dakikada bile nöbetçi öğretmen gezerdi bahçede. Bütün okul, zil çalınca şartlı tahliyeye çıkıyorduk. Her yer gözetim altındaydı, her yer nezaretti. Akrabalar, öğretmenler, anne, baba her fırsatta, her harekette bir kusur arıyorlardı. Çocuk dediğin, derslerinde başarılı olmalı, kendisi hiç konuşturulmamasına, hep susturulmasına karşın, öğretmeni dört gözle dinlemeli, iftihar edilecek, anne, babanın göğsünü kabartacak bir varlık olmalıydı. Sokakta kendini kabul ettirebilmek için bira içebilmeli, babayı memnun edebilmek için matematikte yetkin, anne için titiz ve lekesiz olabilmeli, anane için oruç tutabilmeli, dayıların gözüne girmek için kültürlü ve disiplinli, akrabalar için okuldan takdir, teşekkür getirebilmeli, tanıdık esnaf için yazları bir işte çalışıp cep harçlığını çıkarabilmeliydi. Bunları isteyen büyüklerin hepsi eski çocuklardı, artık büyüdüler, önem ve değer kazandılar. O kadar büyüdüler ki büyüklüklerinin etkisiyle çocukluklarını hatırdan, gönülden çıkardılar.
Bu aşağılamalara daha fazla dayanamayan birçok yaşıtım nasihatleri dinledi. Bulanık, kişiliksiz, varlığıyla yokluğu bir, sürekli kendini ispat çabası içerisinde büyüdü. Büyüklerin belirlediği kalıplara girdi, okullarında, işlerinde başarılı oldu, güce itaat etmeyi öğrendi ve kul oldu. Benim gözümdeyse aralarından en iyileri nasihatleri dinlemeyen, sınıfını geçemeyen, sürekli şikayet edilen, başarısız çocuklardı.
Bir daha sigara içeceğim. Bu sefer, büyüklere, büyük olmaya bu kadar özenip; büyümüş, 110 kilo olmuşken, ufacık olup tekrar ocaktan sigara yakacak kadar küçük olmayı diliyorum. Ama, her şeye rağmen hava aydınlanıyor. Birkaç saat içinde market açılacak ve bile bile aşağı inip çakmak alacak, büyüklüğüme geri döneceğim.
Fatih Buğra Akbaş
Dilek
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş
Takip ediyorum.
İnsanlar birbirlerine dileklerde bulunuyor.
Sağlıklı olmak istiyorlar.
Huzurlu olmaktan bahsediyorlar.
Bereketten.
Bol kazançlı bir hafta diliyorlar.
En bolundan.
Cumanız mübarek olsun istiyorlar.
Aşk istiyorlar. Hep en iyisini, hep daha ateşlisini.
Dost arıyorlar, ne olursa olsun kalıpların dışına çıkmayacak.
Sağlıklı olup, çalışmaya devam etmek, kazanmak, daha çok kazanmak.
Biriktir, biriktir.
Para harcanmaz, biriktirilir.
Daha büyük mutluluklara ulaşmak için daha çok biriktirilir.
Kendine iyi bakılır.
Bu çarkın bir parçası olmak için sağlıklı olunmalı.
Sağlıklı insan gerek, sabahtan akşama kadar mızıklanmadan çalışacak.
Tembel adam yaramaz.
Tembelden iyi bir köle çıkmaz.
Sağlık diliyor, mutluluk diliyor, bol kazanç, iyi eğlenceler, güzel bir hafta sonu diliyor.
Kış günü evsizlere yardım diliyor.
Dilencilere bir lira veriyor.
Başarı diliyor öğrenciye.
Köle olmaktan mutlu.
Daha fazlasını istiyor, daha sağlıklı, daha eğlenceli, daha kazançlı, daha başarılı, daha zevkli, daha, daha, daha...
Dua ediyor,
Kölenin dini olur mu?
Aşk istiyor, aşk.
Hayret.
Sordu mutsuz, mutluluğun formülü ne?
Böyle bir yaşamda, mutsuzluk, umutsuzluk, tükenmişlik.
Hasta ediyorsa seni bu kölelik,
Hasta olmak mutluluk.
Hala insansın.
Köy Kahvesinden Üniversiteye Softalar
Gönderen
Fatih Buğra Akbaş
Birkaç yıl oldu. O zamanlar birinci sınıftayım okulda. Eskişehir’in merkeze yakın bir köyüne gittik. Henüz başladığım okuldan öğrendiğim birkaç ufak bilgiyle, sinemacı bir arkadaşla kısa film antrenmanı yapacağız. Beraberce ortak bir fikre vardık; şehirden uzak, kırsal, doğal ve samimi bir yerde, bir köyde öyküyü anlatacağız. Ana mekanlardan biri de köyün kahvesi. İlgi çekici ve karakteri sağlam bir kahvehane rast geldi. Bahçesinin ortasında geniş bir çeşmesi var. Her taşı tarih kokuyor. En küçüğü dedem yaşında birkaç tane söğüt ağacı da var bahçeyi serinleten. Temiz havayla beraber içilen çayı sıcak havada hararet yapmış boğazımıza pek yararlı geldi, ferahlamanın verdiği etkiyle oturduk uzun uzun. Bir yandan da çekeceğimiz sahneler için mekanı yorumluyoruz. Gözler üzerimizde… Tarladan gelmiş, işinden paydos etmiş çiftçiler, inzivaya çekilmiş yaşlılar kaygılı gözlerle bizi süzüyor. Gözlerimizin buluştuğu birkaçına selam vermeye çalıştık ama pek oralı olmadılar. Sürekli etrafımızda fır dönen gözleri daha fazla yormamak için birkaç fotoğraf çekip köyden ayrılmaya karar verdik. Biz kahvenin dışına çıkınca tekrar masadaki oyunlarına, sohbetlerine geri döndüler. Onlar için tehdit kalkmıştı. Ben de mutlu oldum onlar adına, bu mutluluğu da resmetmek için çıkardım makineyi, doğrulttum kahveye. Objektifi kahveye çevirir çevirmez coşkulu masa oyunlarına, derin sohbetler sanki silah doğrultmuşum gibi bir anda kesildi, bütün gözler üzerimize döndü. Silahı yere bırakıp, ellerimi havaya kaldıracak kadar tedirgin oldum. Fotoğraf makinesi hala elimdeydi. Onlar da tetikteydi. Öyle olunca da olağan hallerinden çıktılar, fotoğraf çekmenin bir anlamı kalmadı. Sezdirmediğimi düşünerek birkaç fotoğraf alabildim. Ama kahvede akıl hocaları kuşkulanmışlardı bir kere. Ayaklanıverdiler birden. Çekim yapacağımız büyük kamerayı çıkarmadığımız için şanslıydık. Şimdi gazlayıp gitsek, belki de jandarmaya haber vereceklerdi kim olduğumuzu kestirmek için. Dönüp bütün kahveye açıklama yapmak zorunda kaldık. Meğer muhtar bizi yabancı görünce kasabayı, fakir fukara köylüleri dışarıya kötü tanıtacağımızı düşünmüş… ‘’Haber versen daha iyi giyinirdik’’ dedi sonra. ‘’Git yeğenim’’ dedi. ‘’Eski camii var, onu çek’’
Muhtara göre köyün, köylünün fakirliğini resmetmek ayıptı. Onu kimselere göstermemek gerekiyordu. Muhtarın ayıp dediği köylünün, köyün o kadar özgün tarafları var dı ki öyle her yerde göremezdiniz. Şu kahvenin işlemelerine, yeleklerindeki nakışlarına iyice bakıyorum da; Böyle köy meydanını bırakıp da niye gideyim senin de gitmediğin camiine?
Niyetimizi anlayınca rahatladı muhtar. Sonra kahve bilginlerinden biri oturduğu masadan ayağa kalktı, ellerini yeleğinin cebine özenle yerleştirdi, göstere göstere yanımıza geldi. ’’Biz ne bilelim yeğenim hırlı mısın hırsız mısın? İyiye mi çekiyon, kötüye mi? Ne bileceğiz?’’ Deyip, şakayla karışık lafı bağladı: ‘’Bana kalsa çekmeyin derdim, ama muhtarı arkanıza almışsınız. Fayda gelmez öyle şeylerden, aksine zarar gelir, bize hizmet lazım hizmet’’
Arzu ettiği tartışma şansını vermeden, teşekkür edip ayrıldık kahveden. Sonra film işinden de vazgeçtik. Böyle bilgiç kuşkularının, paranoya dönüştüğünü çoğu zaman görmüşsünüzdür. Hatta bir dönemin Milli Eğitim bakanı da çıkıp, Köy Enstitüleri’nin binasının orak-çekiç’e benzediğini düşünerek enstitünün kapatılmasını istememiş miydi? Böylelerini fark etmek çok zor değil. Parayı çaldırmamak için ailesinden bile gizleyip toprağa gömen Harpagon’la da, Shakespeare aynı kuşkucu* dünyanın zorluğunu anlatmıyor mu aslında? Bir insana kanmak mı kötü, her insandan kuşkulanmak mı? Peyniri tilkiye kaptıracağız diye şarkı söylemeyecek miyiz? Herkesten, her şeyden kötülük beklemek zekilik midir, gerçek düşmanlık mı?
Softalıkla benzer özellikler taşıyan böyle insanları gözlemlemek için kırlara, kasabalara gitmeye, şehirden uzaklaşmaya lüzum yok. Çok masum gibi görünen bu davranışlar dikkat edildiğinde çok tehlikelidir. Böyle insan kendi kusurlarını başkalarına yansıtıp, onları eleştirir. Biraz daha gözlemlediğinizde, bunun aşağılık kompleksi ile egonun birbiriyle savaşlarından ortaya çıktığı anlaşılabilir. Kendini ideal ölçüde düşünüp, başkalarını aşağılamak, kendi gibi olmayanlara güvenmeme gibi hastalık belirtileri her an, her hareketinde kendini dışarıya vurur. Aşağılık kompleksinin getirdiği özgüvensizlikle her an onaylanma ihtiyacı duyar. Bence burası çok önemli; bu onaylanma ihtiyacıyla, kendi ideallerinde oluşturduğu benliğiyle, kendinde olmayan nitelikleri varmış gibi gösterir. İnsanların da onu böylelikle onaylayacağını düşünür. Saygı göstermeden, saygı görmeyi arzu eder. Egonun zedelenmesinin getirisiyle sürekli bir dikkat çekme, göz önünde olma peşindedir. Kendinden emin gözükür ama daimi kuşku içerisindedir. Öyle ki bu kuşkular; yaşadığı yere ilgi duyup fotoğrafını çeken yabancıya düşman yapar; iki tane nota kalıbı basmayla gitarist zannettirir; bir kitap okuyup bin cümle yazınca yazar olduğunu düşündürür; yolunu tuttuğu üniversitelerde rütbelere, cübbelere sarınmış akademisyen unvanı verir; birkaç felsefe kitabı okuyunca ‘’Biz Marks’ı Hegel’den öğrendik’’ gibi gülünesi cümleler kurdurtan solcuya dönüştürür adamı…
İki bin liraya taksitle roman yazarı, şair; bir dijital kamerayla fotoğrafçı, sinemacı; albüm çıkarmış bir Facebook müzisyeni; bir Twitter hesabıyla devrimci oluverir.
Bu hastalık;
Doktorun muayene ettiği hastaya bakmasını haram gören, ortaçağ Katoliği gibi her şeyde ayıp arayan Müslümana çevirir adamı.
Sübyancı imama çevirir hocayı.
Çiğ yenen et toplumu da mideyi de zehirler, kusturur, küstürür.
İnsan oldum, oldum demeden önce,
Öğreniyorum demek, Öğrenci olmayı bilmek
Hayat boyu öğrenmek,
İnsanı, İnsan olmak lazım.
Ne de Ömer Hayyam:
Sen kuru bir softasın, ben yaş bir sapık
Cehennemde sen mi daha iyi yanarsın, ben mi?
Cehennemde sen mi daha iyi yanarsın, ben mi?
*Şüphe anlamında değil.