Birkaç yıl oldu. O zamanlar birinci sınıftayım okulda. Eskişehir’in merkeze yakın bir köyüne gittik. Henüz başladığım okuldan öğrendiğim birkaç ufak bilgiyle, sinemacı bir arkadaşla kısa film antrenmanı yapacağız. Beraberce ortak bir fikre vardık; şehirden uzak, kırsal, doğal ve samimi bir yerde, bir köyde öyküyü anlatacağız. Ana mekanlardan biri de köyün kahvesi. İlgi çekici ve karakteri sağlam bir kahvehane rast geldi. Bahçesinin ortasında geniş bir çeşmesi var. Her taşı tarih kokuyor. En küçüğü dedem yaşında birkaç tane söğüt ağacı da var bahçeyi serinleten. Temiz havayla beraber içilen çayı sıcak havada hararet yapmış boğazımıza pek yararlı geldi, ferahlamanın verdiği etkiyle oturduk uzun uzun. Bir yandan da çekeceğimiz sahneler için mekanı yorumluyoruz. Gözler üzerimizde… Tarladan gelmiş, işinden paydos etmiş çiftçiler, inzivaya çekilmiş yaşlılar kaygılı gözlerle bizi süzüyor. Gözlerimizin buluştuğu birkaçına selam vermeye çalıştık ama pek oralı olmadılar. Sürekli etrafımızda fır dönen gözleri daha fazla yormamak için birkaç fotoğraf çekip köyden ayrılmaya karar verdik. Biz kahvenin dışına çıkınca tekrar masadaki oyunlarına, sohbetlerine geri döndüler. Onlar için tehdit kalkmıştı. Ben de mutlu oldum onlar adına, bu mutluluğu da resmetmek için çıkardım makineyi, doğrulttum kahveye. Objektifi kahveye çevirir çevirmez coşkulu masa oyunlarına, derin sohbetler sanki silah doğrultmuşum gibi bir anda kesildi, bütün gözler üzerimize döndü. Silahı yere bırakıp, ellerimi havaya kaldıracak kadar tedirgin oldum. Fotoğraf makinesi hala elimdeydi. Onlar da tetikteydi. Öyle olunca da olağan hallerinden çıktılar, fotoğraf çekmenin bir anlamı kalmadı. Sezdirmediğimi düşünerek birkaç fotoğraf alabildim. Ama kahvede akıl hocaları kuşkulanmışlardı bir kere. Ayaklanıverdiler birden. Çekim yapacağımız büyük kamerayı çıkarmadığımız için şanslıydık. Şimdi gazlayıp gitsek, belki de jandarmaya haber vereceklerdi kim olduğumuzu kestirmek için. Dönüp bütün kahveye açıklama yapmak zorunda kaldık. Meğer muhtar bizi yabancı görünce kasabayı, fakir fukara köylüleri dışarıya kötü tanıtacağımızı düşünmüş… ‘’Haber versen daha iyi giyinirdik’’ dedi sonra. ‘’Git yeğenim’’ dedi. ‘’Eski camii var, onu çek’’
Muhtara göre köyün, köylünün fakirliğini resmetmek ayıptı. Onu kimselere göstermemek gerekiyordu. Muhtarın ayıp dediği köylünün, köyün o kadar özgün tarafları var dı ki öyle her yerde göremezdiniz. Şu kahvenin işlemelerine, yeleklerindeki nakışlarına iyice bakıyorum da; Böyle köy meydanını bırakıp da niye gideyim senin de gitmediğin camiine?
Niyetimizi anlayınca rahatladı muhtar. Sonra kahve bilginlerinden biri oturduğu masadan ayağa kalktı, ellerini yeleğinin cebine özenle yerleştirdi, göstere göstere yanımıza geldi. ’’Biz ne bilelim yeğenim hırlı mısın hırsız mısın? İyiye mi çekiyon, kötüye mi? Ne bileceğiz?’’ Deyip, şakayla karışık lafı bağladı: ‘’Bana kalsa çekmeyin derdim, ama muhtarı arkanıza almışsınız. Fayda gelmez öyle şeylerden, aksine zarar gelir, bize hizmet lazım hizmet’’
Arzu ettiği tartışma şansını vermeden, teşekkür edip ayrıldık kahveden. Sonra film işinden de vazgeçtik. Böyle bilgiç kuşkularının, paranoya dönüştüğünü çoğu zaman görmüşsünüzdür. Hatta bir dönemin Milli Eğitim bakanı da çıkıp, Köy Enstitüleri’nin binasının orak-çekiç’e benzediğini düşünerek enstitünün kapatılmasını istememiş miydi? Böylelerini fark etmek çok zor değil. Parayı çaldırmamak için ailesinden bile gizleyip toprağa gömen Harpagon’la da, Shakespeare aynı kuşkucu* dünyanın zorluğunu anlatmıyor mu aslında? Bir insana kanmak mı kötü, her insandan kuşkulanmak mı? Peyniri tilkiye kaptıracağız diye şarkı söylemeyecek miyiz? Herkesten, her şeyden kötülük beklemek zekilik midir, gerçek düşmanlık mı?
Softalıkla benzer özellikler taşıyan böyle insanları gözlemlemek için kırlara, kasabalara gitmeye, şehirden uzaklaşmaya lüzum yok. Çok masum gibi görünen bu davranışlar dikkat edildiğinde çok tehlikelidir. Böyle insan kendi kusurlarını başkalarına yansıtıp, onları eleştirir. Biraz daha gözlemlediğinizde, bunun aşağılık kompleksi ile egonun birbiriyle savaşlarından ortaya çıktığı anlaşılabilir. Kendini ideal ölçüde düşünüp, başkalarını aşağılamak, kendi gibi olmayanlara güvenmeme gibi hastalık belirtileri her an, her hareketinde kendini dışarıya vurur. Aşağılık kompleksinin getirdiği özgüvensizlikle her an onaylanma ihtiyacı duyar. Bence burası çok önemli; bu onaylanma ihtiyacıyla, kendi ideallerinde oluşturduğu benliğiyle, kendinde olmayan nitelikleri varmış gibi gösterir. İnsanların da onu böylelikle onaylayacağını düşünür. Saygı göstermeden, saygı görmeyi arzu eder. Egonun zedelenmesinin getirisiyle sürekli bir dikkat çekme, göz önünde olma peşindedir. Kendinden emin gözükür ama daimi kuşku içerisindedir. Öyle ki bu kuşkular; yaşadığı yere ilgi duyup fotoğrafını çeken yabancıya düşman yapar; iki tane nota kalıbı basmayla gitarist zannettirir; bir kitap okuyup bin cümle yazınca yazar olduğunu düşündürür; yolunu tuttuğu üniversitelerde rütbelere, cübbelere sarınmış akademisyen unvanı verir; birkaç felsefe kitabı okuyunca ‘’Biz Marks’ı Hegel’den öğrendik’’ gibi gülünesi cümleler kurdurtan solcuya dönüştürür adamı…
İki bin liraya taksitle roman yazarı, şair; bir dijital kamerayla fotoğrafçı, sinemacı; albüm çıkarmış bir Facebook müzisyeni; bir Twitter hesabıyla devrimci oluverir.
Bu hastalık;
Doktorun muayene ettiği hastaya bakmasını haram gören, ortaçağ Katoliği gibi her şeyde ayıp arayan Müslümana çevirir adamı.
Sübyancı imama çevirir hocayı.
Çiğ yenen et toplumu da mideyi de zehirler, kusturur, küstürür.
İnsan oldum, oldum demeden önce,
Öğreniyorum demek, Öğrenci olmayı bilmek
Hayat boyu öğrenmek,
İnsanı, İnsan olmak lazım.
Ne de Ömer Hayyam:
Sen kuru bir softasın, ben yaş bir sapık
Cehennemde sen mi daha iyi yanarsın, ben mi?
Cehennemde sen mi daha iyi yanarsın, ben mi?
*Şüphe anlamında değil.
0 yorum:
Yorum Gönder