
Lilith Adem ile aynı anda yaratıldığından dolayı onunla kendini eşit görerek, ona ait olarak yaşamayı reddederek kendini özgür ilan eder. Evet, Lilith özgürdür; ancak günümüz kadınının inancından ötürü soyundan geldiği Lilith değil, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılan Havva’dır. Bilindiği gibi Havva da Adem’in bir parçası olduğundan dolayı ona tabi tutulur. Günümüz kadınının benzerliği ve farklılığı da bu çatışma üzerinden tartışılabilir.
Şüphesiz, bir kültüre dikte edilen biçimleri ve ‘’terzi’’anlayışı desteklenmemeli, benimsenmemelidir. Yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan insanlara birdenbire şapkayla, elbiseyle batı modeli uygulayan rejimler, var olan kültürün coğrafi koşullarına göre dikilmemiş faşist elbiselerdir; bunlar ya bizi üşütür, ya sıcakta bunaltır ya da boğarak öldürür. Giyim üzerinden getirilen yasaklar da bunlara ivme kazandırır. Laik, seküler devlet modeliyle oluşturulan burjuva yasalarının halkı, özellikle batıya daha uzak yaşayanları yok saydığını bu gün seçim sonuçlarında da apaçık görüyoruz. Bu modelin oluşturduğu yasaların içinde yok sayılan halkı ve bu kültürün ötelenmesini insanın özüne hakaret olarak görüyorum.
Kadını, yasağı bir kenara bırakıp, sosyolojik çerçevede ele alırsak ontolojik bir soruna değinmek gerektiğini düşünüyorum. Başörtüsünün dinsel bir dikte olduğu yalanını da göz önünde bulundurarak, kapanmanın bir özgürlük değil, ataerkil bir dikte olduğunu da hatırlamak gerekir. Öyle ki erkek egemen bir dille yazılmış üç kutsal kitap erkeği üstün kılıp, kadını aynı Havva gibi erkeğe biat eden, ona hizmet eden, soyunu devam ettiren, evini çekip çeviren, eğitilmesine gerek olmayan bir nesne haline dönüştürür; bunun benzeri sebeplerle kadın erkek tarafından kapatılır.
Ontolojik kaygıyla, yaşamını savunmak adına isyan eden insanlara bomba yağdıran da başörtüsüz Sabiha Gökçen’dir, cephede bomba taşıyan da başörtülü Nene Hatun’lar, Şerife Bacı’lardır. Sorun tam da buradadır. Cinsle oluşturulan ve erk olarak erkeğin egemen olduğu yaşamda, kadınların ancak erkekleşerek var olabilmeleri sorunudur. Bu, giyinme ve özgürlük sorunu değil, dinin getirdiği ataerkil düzende bir inanç sorunudur. Bu bir idealizm sorunudur. Fiziksel anlamda manipüle edilen kadın, düşünce bağlamında da özgür olamaz. Açılan, kendini ifade eden, sokağa çıkan, erkeklerin arasında söz sahibi olan kadın erkek egemen topluma bir tehdittir. Fiziksel olarak teolojik bir simgeyle bezenmiş birinden biyolog olabilir mi? Kutsal kitaptaki hükümlere boyun eğmiş, şeriat hukukunu dünya görüşü olarak benimsemiş, ideal Müslüman kadın figürüne biat etmiş, kapanmış bir kadın karşısına bir ateistin yargılandığı davada tarafsız yargıya ulaşan bir hukukçu olabilir mi? Böyle biri nasıl tiyatrocu, nasıl gazeteci olur? Biat kültüründe yaşayan her insan köle değil midir?
Kemalist rejimle tüm bunlara getirilen yasaklar da bu olguyu derinlemesine ele almayan, dikteyle sorunu gidermeye çalışan bir zihniyetin ürünüdür. Sorunun kaynağını göz ardı edip, yasaklamak diyalektik süreci yok saymaktır. Bugün sağ iktidarlar da bu olgu üzerinden çirkince siyaset yapmaktadır. Ancak yasağı eleştirirken tüm bu sosyolojik ve ontolojik boyutları unutarak ya da bir kenara iterek yapılan yorumlar, örtünen kadını yine yok saymak anlamına gelir. Zira bu, ‘’ Her insan köleliği seçme özgürlüğüne sahiptir’’ gibi bir yargıya ulaşır. Öyleyse cinsin bu kadar parlatıldığı bir toplumda kadın ne kadar özgür olabilir? Erkek cinsiyetinin parlatılıp, kadın cinsiyetinin saklanmaya, örtülmeye çalışıldığı bir yaşam biçiminde kadın sözde özgür iradesiyle kapanarak bu ataerkil sistemin sağlamasını yapmış olmaz mı?
Bu partiyarkal ilişkilere sermayeci alışkanlıkların da eklenmesiyle kadının nasıl giyineceği, nasıl kapanacağı, sokağa nasıl çıkacağı, nasıl çalışacağı ve toplum içerisindeki tanımı yeniden, erkek tarafından belirlenir. Üniversitelerde, televizyonlarda, afişlerde tanıtılan kadın figürleri hep aynıdır; hepsinin ortak noktası ‘’imaj’’larıdır. Bu imaj üzeriden belli algılar enjekte edilir. Güzel kadın zayıftır, kırışıksız, selülitsizdir iş dünyasındaki kadın başarılı olacaksa erkekleşmelidir. Oyunda Terzi’nin yaptığı gibi; günümüzde de erkek, kadını; sevişilecek ve sevilecek kadın olarak iki ana kategoriye ayırmıştır. Bu algıdan etkilenen kadın toplumda var olabilmek için bu tek tipleştirmeyi kompleks haline getirmek zorunda kalır. Nana gibi kırışıklıklarını yok etmeye çalışır, kilosunu korumak durumundadır, yemek yapabilmeli, evi temizleyebilmeli, pornostar gibi sevişebilmeli, bütün aile fertleriyle ilgilenebilmeli, iktisat nedir bilmeli ve tüm bunların yanında erkeğini tatmin edecek sohbetler de yapabilmelidir.
Patriyarkal düzende kadının nesneleşmesinin temelinde iktidar yatar. Bu kültürde kadınlar fiziksel ve ekonomik olarak yetersizlikleri yüzünden erkeklere, çocuklar da aynı sebeplerle büyüklere bağımlıdırlar. Dolayısıyla bir iktidar- biat kültürü söz konusudur. Güç ve güce bağımlılık mecburidir. Kadının özgürleşmesi, Nana’nın yaptığı gibi Terzi’yi, erki reddetmekten geçer. Kadın, Terzi’nin biçtiği kimliğe temelden karşı koymalı, cinsiyet düzenini reddetmelidir.
Emma Goldman’ın cümlesiyle “kadının ilerleyişi, onun özgürlüğü, onun bağımsızlığı kendinden ve kendisinin eylemi ile olmalıdır. Her şeyden önce, kendisini bir seks nesnesi olarak değil, bir şahıs olarak görmesiyle… Sonrasında, herhangi birisinin kendi vücudu üzerindeki hakimiyetini reddederek; kendisini toplumun değer yargılarının ve sınırlamalarının korkusundan özgürleştirerek” işe başlamalıdır.
Aslında yok terzi bile, giysileri biz yaparız…
Bütün bunlara bir tiyatro oyunu gibi dışarıdan bakabilmek için, Terzi oyunu SDÜ GSF Muhsin Ertuğrul Sahnesinde.
Fatih Buğra Akbaş
31 Mart 2014 Pazartesi
0 yorum:
Yorum Gönder